Geçmişe dönüp baktığınızda dünyanın geleceğini nasıl görüyorsunuz?
SavunmaTR’nin tüm sorularını büyük bir özveri ile cevaplayan, birçok savaş ve çatışma bölgesinde muhabirlik ve gazetecilik yapmış olan gazeteci-yazar ve HaberTürk TV Programcısı Mehmet Akif Ersoy geçmişte bulunduğu bölgelerin durumunu da ele alarak dünyanın geleceği hakkında önemli tespitlerde bulundu.
“Çok kapsamlı ve zor bir soruymuş. Herhalde hepimizin –özellikle sizin alanınız olması itibariyle daha çok- takip ettiğimiz bir süreç. Ben biraz bölgede, sahada bunun doğrudan yansımalarını, bu çatışmaların doğrudan yansımalarını gördüm. Dünya’da belli periyotlarda ülkeler savaşır, yorulur, dinlenir tarih boyunca. Sonra yeniden savaşırlar. Bunlar tabii yeni teknolojilerle ve bu teknolojilerin özellikle savunma sanayiinde kullanılmasıyla veya öyle başlamasıyla… Yani her iyi şey herhalde önce bir savunma sanayiinde kullanılıp nasıl karşı tarafı, düşmanı ya da düşman olarak değerlendirdiği, tanımladığı sistemi yok edebileceğini planlayarak sonrasında da insanların hizmetine sunuluyor.
Bugün karşı karşıya olduğumuz ya da gördüğümüz pek çok teknoloji de böyle. O nedenle teknoloji geliştikçe daha riskli bir dünyaya doğru gidiyoruz. Bugün iki şey var. Biri; riskli bir dünyaya gidiyoruz. Risksiz tarafı ise; risk çok büyük olduğu için -yani nükleer silahlar dahil olmak üzere- insanlar ve devletler onu kullanmayı tercih etmiyorlar. Bu herhalde tek kozumuz olabilir. Yani çünkü silah depoluyoruz, biriktiriyoruz, savaşıyoruz. Savaşmaktan yorulduğumuz yerde yeniden toparlanma ve dinlenme süreci… O toparlanma sürecinde herkesin yeniden teknoloji ürettiği ve silah geliştirdiği ve depoladığı… Sonra bunların bir kullanım ömrü var. Ya satıyorsunuz bir yere, bir üçüncü dünya ülkesine ya da işte bir şekilde vekalet savaşlarını yürüttüğünüz coğrafyalara… Orda yaptığınız operasyonlarda kullanıyorsunuz. Kendinize çok değdirmeden 10 bin km ötenizde, bir ulusal güvenlik sorunu olduğu iddiasıyla başka birtakım çıkarlar peşinde bunları etkin birer araç olarak sahaya çıkıyorsunuz ya da artık o kesmediğinde daha büyük bir şey yapmanız lazım herhalde yeryüzünde insanları durduran tek şey… Einstein diyor ya “Üçüncüsünü bilmem ama dördüncüsünü sopalarla yapacağız.” diye. O sopalarla yapacak olmamıza dair o öngörünün gerçek olması muhtemel… Yoksa hakikaten sopalarla yapacak kadar çok fazla silah, nükleer silah üretildi. Bu çıkar mücadeleleri anladığım kadarıyla -yani ben bu işin uzmanı değilim sadece yüzeysel gazeteci gözlemlerimle söylüyorum- küresel aktörler, büyük güçler sahada bunu küçük dokunuşlarla -o yüzden vekalet savaşlarından söz ediyoruz-, böyle birtakım işte hamlelerle… Yani büyük aktörler birbirinin alanlarına çok girmemeye çalışıyorlar. Küçük aktörler o büyüklerin arasında kalan boşluklardan sızmaya çalışarak şu anda bir süreç yönetiyorlar. Bunun bir sürü örneğini verebiliriz ama iş nereye gider, ne kadar böyle sürdürülebilir orasını kestirmek zor. Daha kötüsüne giderse sadece şunu biliyoruz; yani hepimizi yok edecek kadar silah herhalde üretildi.”
“Etraftaki kaosun sizi nasıl etkileyeceğini iyi düşünmeniz gerekir”
Libya’da düğümün başladığı yıllarda, Libya eski devlet başkanı Muammer Kaddafi ile son röportajı yapan gazeteci olan Mehmet Akif Ersoy, Libya’ya ve bölgeye dair önemli hatıraları ve fikirlerini de SavunmaTR ile paylaştı.
[Gazeteci Mehmet Akif Ersoy aynı zamanda, Libya'nın devrik lideri Muammer Kaddafi ile röportaj yapan son kişi.]
“Şimdi Suriye için de bu böyle Yemen için de bu böyle. Arap isyanları çıktığında bunu Arap Baharı olarak değerlendirdiklerinde de böyleydi. Şöyle bir zannımız var bizim. Ya insanlar birbirlerini sevsinler, güzel güzel yaşasınlar, demokrasi, özgürlükler, insan hakları, evrensel değerler, hukuk falan… Sokaklarda da böyle güzel bir ortam olsun ya. Öyle yönetilsin ülkeler. Oralarda da işte rahat rahat insanlar huzur içerisinde yaşasınlar, bir entegrasyona da girsinler dünya ile falan.
Maalesef dünya böyle bir yer değil. Dünya çok kirli ve hiçbir boşluğu kaldırmıyor. En küçük bir boşluk ya terör örgütleri tarafından ya başka aktörler tarafından derhal dolduruluyor. Zaten kâinat boşluk kaldırmaz. Tarih boyunca da böyle bir şey olmamış. Libya’da da Suriye’de de Yemen’de de veya başka coğrafyalarda da çok benzer süreçlerle karşılaştık biz. Yani bence özeti şu: En son Libya’ya gittiğimde, -geçen aralık ayında- Libya ordusunda, Ulusal Mutabakat Hükümeti ordusunda savaşan bir komutanla cepheye gidiyoruz. Dedi ki ‘Görüyor musun Libya’nın halini? Kaddafi 40 sene, 42 sene bu ülkede hiçbir şey yapmadı.’ Bu arada o, bunu söylerken Kaddafi’nin yaptığı yollardan geçiyoruz. Kaddafi döneminde tamamlanmış inşaatı, Marriott Otel vardı Trablus’ta. Her şey bitmiş tam açılacakken savaş başlamıştı falan ben Bingazi’den Trablus’a, Mısrata’dan Trablus’a, Trablus’tan Zaviye’ye, Tacura’ya, Rascuda’ya çokça gidip geldiğim için o sınır hattını biliyorum. Baktım şöyle bir sonra dönüp ‘Bir şey söyleyebilir miyim? 42 senedir Kaddafi yönetti ve artık Kaddafi yok. Tam 9 sene geçti, 10 sene geçti Kaddafi devrileli. 9-10 yıldır ne yaptınız siz Libya’da? Yani taş üstüne taş koydunuz mu mesela?’ Bu, Kaddafi iyidir falan değil. Kaddafi tamam diktatör bir adam, kötü bir adam falan ama belki çok daha fazlası yapılabilir Libya için ama yani bu kadar zaman geçti üzerinden, Libya’da iç savaş devam ediyor hala ve siz yapılanları yıktınız ve siz taş üstüne taş koymadığınız gibi olanların tamamı da yıkıldı. Çok benzer bir durum: Saddam; diktatördür, zalimdir, katildir, Halepçe Katliamı’nı gerçekleştirmiş falan bir adam yani Saddam. Ama aynı zamanda Araplar için de bir halk kahramanı. Nerden baktığınıza bağlı. Filistinliler için çok önemli bir lider, Yemenliler için Saddam ‘adam gibi adam’ hatta. Her yerde posterleri var. Irak’ta Saddam onu yapmadı, Saddam bunu yapmadı… Gitti Saddam. 2003… İşgalin üzerinden 18 sene geçmiş. Irak ne durumda? Hadi gidelim Bağdat’ı gezelim. Yani bir tek Erbil gelişti. Kerkük’e gidelim, Diyala’ya gidelim, Felluce’ye gidelim, Necef’e gidelim, Kerbela’ya gidelim, Basra’ya gidelim… Yok. Gördüğümüz tablo şu: 1- Kendi kaderine bırakılmıyor. Bundan sonrasına dair de hani bunlar bize ders -alıyorsak tabii, takip ediyorsak-. Bundan sonrasına dair de başımıza bir şey gelecekse… Ne olur gençler! Bu meseleleri takip eden arkadaşlar! Ya Allah aşkına… Şu geçmişteki meselelere bir bakın ve çok yeni çoğu. Bir okuyun bir bakın, bir araştırın. Ne olmuş? Nerden nereye gelmiş? Nasıl sonuçlanmış? Kaosu kim domine ediyor? Kim sonuçlarından nasıl faydalanıyor? Yani ben hatırlıyorum işte mesela. İran’la Suriye konusunda biz çok çatıştık. Bizim İran’la birtakım çatışmalarımız oldu. Nükleer müzakereler konusunda biz İran’a destek verdik vs. İran’da kaotik bir ortam oluştu. Hatırlarsınız gösteriler falan... Suriye meselesinden dolayı İran’a kızgın olan bir cenah, işte Suriye’de döktüğün kanın hesabını ödeyeceksin, bedelini ödeyeceksin. İran da karışıyor işte… Sevindiler, yazılar yazdılar, manşetler attılar gazetelerde. O zaman şunu söylemiştim ben mesela. Ya doksan milyonluk bir İran karıştı diyelim. Allah aşkına Afganistan’a mı kaçacaklarını düşünüyorsunuz? Pakistan’a mı gideceklerini düşünüyorsunuz insanların? Bunun kime, neye faydası olacak. Ya bir kere kendi coğrafyanızla ilgili -çok basit yani- komşularınızla bir kaos varsa, özellikle doğu ve güney komşularınızla bir kaos varsa bunun sizi nasıl etkileyeceğini bir düşünmeniz lazım. Bir de bu kaos ortaya çıktığında, kaosu domine edecek güçte değilseniz yani kaos çıktı, aktör olduk ve biz bu süreci kontrole aldık, yönetebiliyoruz noktasında değilseniz küresel anlamda o zaman emin olun bunun size bir anlamı olmayacaktır. Başka bir küresel aktör gelir. Bakacağınız şey şu böyle bir tabloda: Hangi küresel aktör gelir? Neyi burada yerleştirir, yeşertir? O yerleştireceği, yeşerteceği şey bizden ne götürür, bize ne getirir? Getiriyorsa harita çıkarlarımız üzerinden yeniden düşünelim ama tüm bu meselelerde sonuç olarak ölen insanların ve mülteci olanların küçük birer detay olarak kaldığını da unutmadan.”
“Artık yazılım teknolojilerinin geliştiği ve savunma sanayiinin yazılım üzerine şekillendiği bir dönemin içerisindeyiz”
Ersoy; Orta Doğu ve özellikle Filistin meselesinde yaşananlara yönelik sorulara ve dünya siyasetinin, bazı Arap ülkelerinin İslam dünyasına dair meselelere sessiz kaldığı konusunda da SavunmaTR’nin sorularını yanıtlarken, artık yazılım teknolojilerinin geliştiği ve savunma sanayiinin yazılım üzerine şekillendiği bir dönemin içerisine girildiğini ve bunun son derece önemli bir nokta olduğunu belirtti.
“Arap ülkeleri ses çıkarıyorlar ama niye çıkarıyorlar bu sesi? Bu sesi çıkarmasalar kendi tabanlarını -zaten olmayan tabanlarını- hepten kaybedecekler çünkü bu coğrafyaların bütün halklarının bu hususta bir rahatsızlığı var. Dolayısıyla Filistin meselesi Türkiye’de ve dünyada sadece siyasal anlamda İslamcıların gündeminde olan bir şey değil ki yani darbeler döneminde de Türkiye’de bu mesele önemli bir meseleydi, sosyal demokratların da meselesiydi, İslamcıların da sağcıların da merkezde siyaset yapanların da milliyetçilerin de meselesi. Bu başka bir şey, bizim tabii tarihsel bir şeyimiz de var bu hususta, bunun arka planında yani… Zeytindağı bunu iyi anlatır -Falih Rıfkı’nın Zeytindağı-… Şimdi, ses çıkarıyorlar haksızlık etmeyelim. Sadece ses çıkardıktan sonra, bu toplantıları gerçekleştirdikten sonra bütün bu aktörlerin tamamının İsrail’le doğrudan ya da dolaylı ilişkileri var ve iktidarda kalmaları halklarının desteğiyle ilgili değil. İktidarda kalmaları ABD’nin desteğiyle, İsrail’in desteğiyle ilgili pek çoğunun. Yani Trump bunu doğrudan söyledi Suudi Arabistan’a. Ordaysanız bizim sayemizde ordasınız, dedi. ABD bunlara silah satıyor milyarlarca dolarlık. Sattığı teknolojilerden bahsediyoruz, siz çok daha iyi biliyorsunuz. Artık yazılım teknolojilerinin geliştiği ve savunma sanayiinin yazılım üzerine şekillendiği bir dönemin içerisindeyiz değil mi? Bu yazılımların herhangi birisi yani F-35 projesi de dahil olmak üzere söyleyeyim yani F-35 uçağı bir yazılım uçağıdır. Kapattınız yazılımına girdiniz, bir yeri vurabilir misiniz siz hakim değilseniz? Bir de akıllı füze geliştiriyorsunuz ya da SİHA teknolojilerinden bahsediyoruz. SİHA için en önemli şey motoru mu, füzesi mi? En önemli şey yazılımı. Girersiniz yazılımına… Adam Barış Pınarı Harekat bölgesinde uçtuğunu zanneder. Siz onu Frankfurt Havaalanı’nda gösterirsiniz. SİHA’nın kafası karışır gider mühimmatı Akdeniz’e atar bırakır. Şimdi teknolojiler böyle gelişiyor şu anda akıllı füze geliştiriyorsunuz. Hedef alırsınız diyelim Telaviv’i -olacak iş değil de-… Saddam biliyorsunuz bir ara Scud’ları çevirmişti. Hedef aldınız Telaviv’i, füzeleri gönderdiniz. Gider yazılımını Sana’ya gönderir, Şam’a gönderir -yani füzeyi-. Bunu geçiyorum, savunma sanayiinin gelişmesinin ne kadar önemli olduğu bahsi, bahs-i diğer… ABD bu adamlara sattığı silahları, adamlara vermiyor bile. Lockheed Martin diyor ki sizin silahlarınız bende. Parasını almışlar peşin, ceplerinde parası. Silahlar nerede? ABD’nin depolarında. Biz de ya, silah sorunu yok, diyor. Silahlarınız burada, lazım olursa veririz, diyor. Kime karşı kullanacaklar bu silahları? İzin verdikleri, satın aldığı ülkelerin izin verdikleri ülkelere karşı kullanabilirler. Dolayısıyla 1967’den 1973’ten 1948’den daha feci durumda İslam coğrafyası. Bir şey üretmediği için, petrol paralarının üstüne yattığı için, bir Ar-Ge geliştirmediği için, bir know-how geliştirmediği için ve girdi ilişkileri üzerinden de tabii ki. Dolayısıyla ses çıkarıyorlar, çıkarmaları da lazım. Gelelim diğer meseleye, İran meselesine. Şimdi bu Hamas ve İslamî cihat… Oradaki, Gazze’deki en güçlü silahlı iki örgüt: Kudüs Tugayları ve Kassam Tugayları. Bunlara İran silah veriyor, teknoloji gönderiyor hatta mühendislerini gönderiyor. Bu füzeler Gazze’de üretiliyor bu arada -büyük bir çoğunluğu-. Parça parça geliyor, bir şeyler getiriyorlar tüneller yoluyla falan filan. İran zaman zaman generallerini gönderiyor. Onlara eğitimler veriyor. Başka teknolojiler geliştiriyorlar. İran Filistin davasını, Katar finansman olarak destekliyor. Çok para gönderdi Katar. Türkiye çok destek verdi, siyaseten destek veriyor. Askerî olarak da İran’ın çok ciddi bir desteği var. Bu destek çok tartışıldı geçmişte de. Mesela Suriye’de iç savaş çıktığında Hamas, Esad rejiminin karşısında bir pozisyon aldı ve Şam’daki ofisini boşalttı. Şam’daki ofisini boşalttığında Arap ülkelerine döndü, siz bize destek verin, dedi. Bir baktı Arap ülkeleri; en fazla, en iyi ihtimalle Katar… Para verebiliyorlar, silah vermiyorlar. Tekrar İran’a dönmek zorunda kaldılar. İran’la ilgili çok eleştiri alıyorlardı çünkü. İran Suriye’de rejimi desteklediği için, kan dökülmesine sebep olduğu için vs. tekrar İran’a dönmek zorunda kaldılar. Burada bizim sorgulayacağımız şey İran’ın desteği değil, İran destek veriyor askerî olarak. Biz burada şu soruyu soralım: İran niye destek veriyor? İran Hizbullah’a da silah veriyor, destek veriyor. Hakikaten Gazze’ye, Gazze’deki direniş gruplarına askerî eğitimle destek noktasında tek aktördür. O yüzden İsmail Heniyye her Gazze vurulduğunda çıkar İran’a teşekkür eder. Halid Meşal’e teşekkür etmek durumunda kalır. Etmediği için belki Hamas’ın siyasî liderliğinden ayrıldı. Askerî kanat, Kassam Tugayları sözcüsü çıkar ve İran’a teşekkür eder. Bunu da İran televizyonları, medyası alır, her yerde yayınlar. Bakın biz destek veriyoruz, diye. Güzel, destek veriyormuş, cebimizde dursun. O sahte değil. Peki, bugün belki çok konuşulmaması gereken bir şey ama sahte olan bir şey var mı? Şu var, İran’ın bu desteğiyle beraber: Eğer İran, Filistin davasına destek veriyorsa ve bu koşulsuzsa Suriye’de Hamas’la fikir ayrışmasına girdi diye Hamas’ı cezalandırmamalıydı ama cezalandırdı. Yani Hamas’a desteği kesti bir dönem, tırnak içerisinde ‘kulak çekti’ hatta belki yönetimine bir miktar müdahale etti, kontrolünden çıkmasını istemedi. Oysa dava Filistin ise kayıtsız, şartsız, koşulsuz… Senle bile tartışsa başka siyasî meseleler yüzünden onu ayrı tutman lazım, diye düşünebilirsin.
2- destek veriyorsunuz ama İran’ın temel politikası, yani Yemen’le Suudi Arabistan’la çatışıyorsa Yemen’de Husi’ler üzerinden; İsrail’le çatışacaksa Hizbullah üzerinden, Hamas üzerinden; ABD ile bir problemi varsa Meksika’daki uyuşturucu çeteleri üzerinden... İran böyle bir devlet haklarına sahip. Bunu da görmek durumundasınız, görmek durumundayız.
[Mehmet Akif Ersoy'un, TRT muhabiri olarak Kudüs'te görev yaptığı dönemden bir görüntü.]
Bu meseleleri değerlendirirken bir İran düşmanlığı veya bir İran muhipliği -İrancılık dediğimiz şey- üzerinden değil; çok taktik çok stratejik olarak… Eğer mesele Filistin ise ayrı bir case; mesele diğer küresel meselelerse İran’ın bir devlet olduğunu -İngiltere gibi, ABD gibi, İsrail gibi, Fransa gibi, Almanya gibi, Türkiye gibi- ve kendi çıkarlarını korumak için bir şeyler yaptığını… Sizin çıkarlarınızla bu çıkarlar çatışıyorsa buna yönelik bazen savaştığınız yani İran’la bizim karşı karşıya kaldığımız PKK hususunda çokça defa Suriye meselesinde veya başka birtakım hadiselerde, oralarda kendi çıkarlarınızı koruyacak şekilde hareket edeceksiniz. Dünyada hiçbir ülkenin birbiriyle bütün çıkarları çok örtüşmez. Çok nadirdir bu. ABD de bizim müttefikimiz ama Allah aşkına bir bak yani FETÖ’sünden PKK’sına, F-35 projelerinden S-400 skandalına, Halkbank davasından bilmem nesine bir sürü şey yaşıyoruz. Rusya ile bir ilişki içerisindeyiz ama PYD ile ilişkisini biliyoruz biz Rusya’nın. Esat rejimi konusunda başka çıkar çatışmalarımız var yine Rusya ile, Kırım meselesi var, Ukrayna hadisesi var, Libya’da karşı karşıya geldik vesaire… Suudi Arabistan için de aynısı geçerli. Yani Suudi Arabistan ile kavga etmek ya da Suudi Arabistan’ı çok sevmek filan… Manasız bunlar. Biz çok duygusal bir toplumuz. Hacca gideceğiz mesela, Suudi Arabistan ile ilişkilerimiz çok iyi hemen şu oluyor: ‘Abi bir gittik var ya x-ray’den bile geçirmediler Türkleri çok rahat geçtik…’ filan. Psikoloji bu. Yaşandı bu ayrıca. Suud ile ilişkilerimiz çok iyiydi. Ben dedim ki ‘Neden geçirmiyorlar? Geçirmeleri lazım, yanlış bir şey bu. Çünkü yarın kavga ederiz bu sefer donumuza kadar ararlar bu adamlar bizi.’ Hakikaten öyle oldu tartıştık, bu sefer içeri bile sokmuyorlar! Halbuki devletler arasında bunların başka türlü yürütülüyor olması lazım.”
“Uluslararası haber ajansları ve basın kuruluşları para kazanmak için bu işi yapmazlar. Algılarınızı şekillendirmek için yaparlar!”
Uluslararası basın kuruluşlarının çifte standart yüklü yayınlarına dikkat çeken Gazeteci Mehmet Akif Ersoy, dikkatli ve doğrulara yönelik bir medya takibinin nasıl olması gerektiğine dair bazı tavsiyelerde bulundu.
“Bu önemli bir mesele. Çok da eski bir mesele. Ben hep bunu ifade ediyorum. Uluslararası haber ajansları ve basın kuruluşları para kazanmak için bu işi yapmazlar. Algılarınızı şekillendirmek için yaparlar. Libya’da bir planı varsa, Irak’ı işgal edecekse; orada kimyasal silahlar olduğuna sizi inandırması lazım. Afganistan’a girecekse terör örgütleriyle ilgili sizi ikna etmesi lazım. ‘Rambo 3’ filmini çekmesi lazım. Afgan halkını Rusya’ya karşı verdikleri mücadelede önce mücahitler olarak tanıtıp sonrasında tüm ‘mücahitlerin’ terörist oldukları konusunda sizi ikna etmesi lazım küresel güçlerin gibi… Sosyal medya ile birlikte çok fazla bilgi akışı var. Bir o kadar da bilgi kirliliği var. Yani süzmediğiniz hiçbir şeye -görüntüsünü izlerseniz- ikna olmayın. Neden biliyor musunuz? Kesiyor adam! Mesela az önceki ifadelerimden birini –örneğin İran ile ilgili- bir tarafından kessen, başka bir manzara çıkabilir. Başka bir yerini kessen bambaşka bir manzara çıkabilir. Belki bir yıl sonra biri kesecek ve ben açıklama yapmak zorunda kalacağım. Yani tamamını vermediğiniz zaman tablo bu oluyor. Dolayısıyla görsel bile bizi yanıltıyor artık. Benim savaş muhabirliği hikâyemin sebebi bu zaten. Ben savaş bölgelerine gidip hiçbir şeyin anlatıldığı gibi olmadığını görünce, ben ‘Ne anlatıyorlar? Biz ne ile karşılaşıyoruz’un peşine düşmüştüm. Bu merakın peşinde gitmişti hep hikâye. Kaynak çeşitlendirmemiz en önemli şartlardan biri. Emin olun ki eğer gerçek ve rasyonel bir takipçi kitlesi varsa, Twitter’da 100.000-200.000 takipçili birisi en az on kez düşünüp atıyordur tweetini. Ama Twitter’da 10 takipçisi olan biri istediğini yazabilir. Dolayısıyla bölgeden haberdar olmak isteyenler, kimin hangi görüşten etkilendiğini bilerek ve ona muarız oluşturan bir görüşe de göz atarak hareket ederlerse belki bir fotoğraf yakalayabilirler –bu da sadece bir ihtimal-.
Bu konuda şu da çok önemli: Mesela –ben eski bir TRT çalışanıyım- TRT World, Anadolu Ajansı’nın yurt dışı ofisleri ve bunların güçlendirilmesi, uluslararası habercilik konusunda bizim belirli bir noktaya gelmemiz, bu işe para yatırmamız, bu işlere insan sermayesi biriktirmemiz konularında vizyonu biraz yakaladık. Bunun olması gerektiği anlaşıldı. Hangi görüşten olursanız olun; TRT’yi hiç sevmeyen arkadaşlarıma da söylüyorum. Sevmeseniz bile girin, içeride anlaşamadığımız konuları yine tartışalım ancak küresel düzeyde başkalarının oyuncağı olmayacağımız kıvamda olalım. Bazen sertleşse de kendi içimizdeki kavgalarımız bizim renklerimiz olsun. Bunlar dünyayı anlayabilmek, dünyaya kendi merkezimizden bakabilmek açısından çok önemli gelişmeler. TV kanalları dahil olmak üzere sosyal medyadaki bilgi kirliliği gerçekten feci durumda. Yani ekranlarda gördüğünüz şeylere hemen inanmayın. Çünkü medya gerçekten sizlere hiç tanımadığınız adamları düşman edebilir. Hiç tanımadığınız adamları size çok sevdirebilir. Saddam’ı hiçbiriniz tanımazsınız ama herkesin onun hakkında bir fikri vardır. Kaddafi için öyledir. Yemen, Libya ve İsrail-Filistin içinde öyle… Hangi organı takip ettiğinize göre fikriniz değişkenlik gösterebilir. Mesela Gazze ile ilgilenenler bir baksınlar bakalım İsrail medyası vatandaşlarına ne veriyor?”
“Büyük hedeflere odaklanırken kendimizi unutuyoruz”
Röportajını bazı toplumsal meselelere dikkat çekerek tamamlayan Mehmet Akif Ersoy, herkesin işini iyi ve dürüstlük içerisinde yaptığı takdirde insanlık adına önemli bir yol kat edileceğini belirtti.
“Gençler tavsiye sevmiyorlar, bende sevmezdim çünkü. Gayet de tabii bir şey bu. Muhalefet etmeleri, sorgulamaları bizi zenginleştiren bir şey. Sadece şunu –tavsiye olarak değil de kendimi de içine katarak- söylemek istiyorum: Bazen büyük hedeflere kilitlendiğimizi zannediyoruz, ben çocukken öyle büyüdüm. Bakıyorsun hedef büyük, yetişemediğin için ne yapacaksın? Hamaset yapacaksın, retorik üreteceksin, slogan atacaksın, bağıracaksın çağıracaksın. Ama oraya sesin gitmesi çok mümkün değil. Ben sonra o savaşların, o coğrafyanın içine girdim. Meselelerin içinde buldum kendimi. Sonra şunu gördüm bu çürümüşlük üzerinden ve o çürümüşlükten de sonraki umudun ardından… Evvela ne yapıyorsak yapalım yalan söylemeyeceğiz! Bir örnek vereyim, Selçuk Bayraktar ile oturmuştuk yakın zamanda. Çok kıymetli bir sohbetimiz oldu, çok önemli bir cümle kurdu: ‘Ben yalan söyleyen adamı burada çalıştırmam. Görüşüne bakmaksızın işini iyi yapan adamla çalışırım; ancak yalan söyleyen adamla asla çalışmam. Çünkü yalan söyleyen adam benim uçağımı düşürür.’ dedi. Çok doğru bir cümle bu. Yalan söyleyen adam kim olursa olsun; gazeteci, hukukçu, mühendis vesaire… Toplumu çürütür! Yani bu biraz zaten bizim kültürümüzde ve medeniyetimizde de olan hatta mezhepler, meşrepler, dinler, diller üstü bir şey olarak evrensel bir değer olarak; dürüst olmak, ahlaklı olmak, dürüst insan, erdemli ve ahlaklı insan olmanın hikâyesi… Hepimizin tabii ki birçok eksiklikleri var, kusurları var. Bu başka bir şey. Ama büyük hedeflere kilitlenirken biz kendimizi unutuyoruz ve rahatlıyoruz. Yardım gönderiyoruz mesela eve dönüyoruz tamam diyoruz biz üzerimize düşeni yaptık. Slogan atıyoruz mesela meydanlara çıkıp, tamam diyoruz elimizden geleni yaptık. Bu değil! Nedir peki? Mesela ben gazeteciyim. İyi gazeteci olmam lazım, yalan söylememem lazım gazetecilik yaparken. Herkesin ve her kesimin güvendiği bir adam olmaya çalışacağım. Yani bilecekler ki ben belki yanılıyor veya yanlış yorum yapıyor olabilirim ama yalan söylemem. Diyecekler ki ‘Yanlış yorum yaptı, yanıldı ama yalan söylemez bu adam.’ Bunu dedirtmek önemli. Mühendis mi oldun? İyi bir mühendis olacaksın. Öğretmen mi oldun? İyi bir öğretmen olacaksın. Baba oldun iyi baba, kardeş oldun iyi kardeş olacaksın. Çok küçük ve basit duruyor değil mi? İşte biz bunu bıraktık. Yani biz kendimizle dertleşmeyi ve derinleşmeyi, kendimizi tanımayı, kendi ailemiz ve toplumumuzla olan pozisyonlarımızı filan bıraktık. Hepimiz sokaktaki, sosyal medyadaki, fotoğrafımızın altına yapılan yorumdaki algıya oynuyoruz… Hikâye burada başlıyor; iyi kameraman olacaksın, iyi sunucu olacaksın, iyi muhabir olacaksın, iyi avukat, iyi mühendis olacaksın ve mevziini tutacaksın. Yani bulunduğun yerde ülkene, ailene, inandığın değerlere, ilkelerine bağlı bir şekilde başarmaya çalışacaksın. Başarmak zorunda değilsin, bugün başaramazsan yarın başarırsın. Zorlanacaksın, ama oraları tutacaksın. Yani aslında devletler zaten insanlar tarafından kuruluyorlar. Her şey aile ve toplum ilişkileriyle başlıyor. Ondan sonra sistemli hale geldi. E bizim de zaten geleneğimizde var bu tecrübe. Hem de binlerce yıllık… Onun bir parçası olduğunda sen ve eklemlendiğinde sisteme, sistem de seni öğütemezse eğer; zorlanacaksın ama sonrasında bakacaksın senin gibi başkaları da gelmeye başlamış. Bu sayede çok iyi bir yere taşıyabiliriz. Ya da yalan söylemeye, üç kağıtçılık yapmaya, itibar zannettiğimiz şeylerle çıkarlarımızı korumaya devam ederiz ve kısa bir zaman zarfında kâğıttan kaplan gibi tabiri caizse paket oluruz… Bu –sadece Türkiye için söylemiyorum- dünyadaki ideali olan bütün gençler için böyle…”