“Ordunun kılıç ihtiyacının belirli bir kısmı buradan karşılanıyordu.”
Doğan Tosun, sadece çevreye değil Mısır’dan Suriye’ye kadar birçok askerî birime Babakale’den silah temin edildiğini söyledi.
“Osmanlı Devleti mesleğimizi Babakale’ye 1730’larda silah ihtiyacını karşılamak üzere getirmiş. Neden Babakale? Çünkü burası uç nokta. Hem Marmara hem de Ege’de –alt taraflara kadar- silah ihtiyacının karşılanması için mesleği taşımışlar. O zamanlar çelik, gemiyle Sicilya’dan geliyormuş buraya. Rivayete göre o zamanlar 18 atölye varmış buralarda. Ancak kaç usta çalışıyor üretim için, bu konuda tahmin yürütmek çok mümkün değil. Bir defa kılıç çok kolay üretilebilen bir şey de değil.
Zamanında ‘Yatağan’ olarak adlandırılan içe kavisli modelin üretimi fazlaydı. Çift ağızlı kamalar üretilirdi. Tüm bunlar ordu için üretilirdi. Ve üretilen bu silahlar sadece buraya değil Mısır’a, Suriye’ye kadar gönderilmişler. Buraya uzak coğrafyalarda görev yapan birliklerden gelen siparişler doğrultusunda gemilerle gönderilirdi. Burası çünkü gemilerin en uğrak yerlerinden biriymiş. Hatta büyük bir liman yapılması planlanırken Osmanlı’da ayaklanmalar gibi sorunlardan dolayı tamamlanamamış. Ayrıca bu kale (Babakale Kalesi) Osmanlı Devleti’nin inşa ettiği son kaledir. Padişah III. Ahmet tarafından inşâ ettirilen kale ‘son kale Babakale’ diye geçer…
Aynı zamanda buraya hem sivil hem askerî olarak ayakkabı ihtiyacını karşılamak üzere ayakkabıcıları da göndermişler. Yine gümüşçülük de yapılmış buralarda.
Gel zaman git zaman silahlar değişince, kılıca ihtiyaç azalınca buradaki üreticilerin büyük bir kısmı farklı işlere yönelmişler. Mesleği öğrendiğim dedelerimde günlük ihtiyaçları karşılayacak bıçak üretimine ağırlık vererek bu sanatı devam ettirmişler. Bir şey daha ekleyeyim; burada Karadeniz’dekine benzer bir adet var. Evlenecek kızlara gümüş saplı bıçak yaptırılıp verilir. Kadına verilen değere yönelik bir adettir.”
“Ülkemizde hala birçok bölgede bu zanaat devam ettiriliyor.”
Doğan Tosun, bazı eski kılıçların üzerindeki motiflerden hangi ustaya ait olduğunun anlaşılabileceğini söyledi.
[Doğan Tosun, atalarından kalma mesleğini devam ettiriyor.]
“Ülkemizde hala birçok bölgede bıçak yapımı devam ediyor. Trabzon (Sürmene), Bursa, İstanbul, Ege (Babakale), Zonguldak, Muğla tarafları (Yatağan), Antalya, Hatay, Kahramanmaraş vesaire…
Biz de bugün ata mesleğini Babakale’de devam ettiriyoruz. Çelik olarak dövme çelik, krom çelik kullanıyoruz. Yoğunluklu olarak paslanmaz dövme çelik kullanılıyor ama. Çünkü çelik ne kadar kaliteli de olsa içinde krom olduğu için bu yumuşak bir malzeme.
[Doğan Tosun, mesleğin yaşaması için oğlunu da bir usta olarak yetiştiriyor.]
Kesici olması için suyunu sert koyarsan kırılma yapar. Ama karbon çelikte o yoktur çünkü saf karbon çeliktir. O da paslanma yapar; ıslak kullanmamak gerekiyor. Tüm bunlar kuşaktan kuşağa aktarılarak dedelerimden öğrendiğim şeyler. Şimdi de bu sanatın yaşaması için oğluma öğretiyorum. Rahmetli babam ve dedem ben küçükken atölye de çalıştığım zamanlarda en ufak bir hata yaparsam hemen düzeltirlerdi.
[Sağdan sola: Doğan Tosun'un babası, dedesi ve büyük dedesi. Daha büyük kılıç ustası dedelerinin fotoğrafı bulunmuyor.]
Bu gördüğünüz kılıç 1860’larda yapılmış ve savaş görmüş bir kılıç. Bunu dedelerimden biri üretmiş ancak hangisi tam olarak bilmiyoruz. Üzerinde ‘Ali’ yazıyor ve tarihi var; Hicrî 1286.
Bazen onarım için daha eski kılıçlarda geliyor. 1700’lerden kalma kamalar, kılıçlar da geliyor. Bu da şöyle biliniyor; bir bıçağın yüzündeki desenler sayesinde hangi ustanın tezgâhından geçtiği anlaşılıyor. Çelik kalemle yontuluyor; imza gibi düşünün. Her motif o ustaya ait oluyor. Ama çok daha eskileri bilemeyebiliyoruz.
Kılıcı yekpare çelikten yaparsanız, savaş esnasında kılıç kılıca vururken kırılma yapabilir. Eskiden elektrik/kaynak da olmadığı için çelik ve demirin kaynağını ocaklarda yaparlarmış. Tam olarak nasıl bir teknik kullanılıyordu bilmiyoruz ama ‘erkekli kancıklı’ olarak geçer ismi bizde. Bunun savaşta kullanırken –sırtı demirdir- karşı taraf kılıcınıza vurmaya kalktığında çevirip ani bir hareketle rakibin kılıcı buna saplanıyor ve büktüğünüz zaman elinden kılıcını alabiliyorsunuz. Çok özel ve değerli bir silahtır.
Eskiden nasıl oluyorsa, hangi maddeler kullanılıyorsa aynı öğrendiğimiz tekniklerle bu mesleği devam ettiriyoruz ancak tabi artık sadece bıçak üretimi olarak…”
“Türk savaş teknikleri büyük tecrübelerle edinildiği için ok ve kılıç gibi silahlar at üstünde rahatlıkla kullanılabiliyordu.”
SavunmaTR’ye verdiği röportajı Türk savaş sanatının bazı özelliklerinden bahsederek sonlandıran Doğan Tosun tüm bunların tarih içerisinde büyük tecrübelerle geliştiğini hatırlattı.
“Şimşir kılıcının çeliği ‘Damascus’tan yapılmadır. Ama gerçek bilinen ismi ‘Dımışki’. Gerçek Türk çeliğidir. Dünyada Türk/Osmanlı kılıcı olarak iki çeşit kılıç bilinir; birincisi: Yatağan (içe kavisli), diğeri Şimşir Kılıcı’dır (hafif düz gider belirli bir mesafe sonra yukarıya kalkar ucu). Aslında çok esnek, yay gibi bir kılıçtır bu. Esner; bıraktığınızda tekrar düzelir. En önemli özelliği iki el ile kullanılmasıdır. Metali kesebilen bir çeliktir. Mesela karşınızda zırhlı bir asker var. Ona vurduğunuz zaman düşmanı yarabilirsiniz, vurma gücünüze göre ikiye ayırabilirsiniz.
Bunlar çift kulaklı diye geçer. Anlamı şudur; eskiden askerler savaştayken ellerine kan bulaştığında silahları haliyle kayganlaşır. Asker parmağını alt kulağa taktığı zaman kolu kopmadığı sürece o bıçak asla yere düşmez. Bunlar bizim askerî tarihimiz için önemli teknikler. Mesela oklarımızda da öyle. Oklarımızın yayları boyut olarak küçüktür ama çok güçlüdür. Askerlerimiz onu kullanırken ‘zihgir’ kullanırlar.
[Görsel: GZT]
Düşman askerleri o zamanlar yayı ele geçirse de zihgir ne demek bilmiyorlardı bile… Zihgiri kullanmadan yayı uzun süre kullanmaya çalıştıkları zaman ellerinden et kopabiliyordu.
Ayrıca yine oklarımızın yapımı, gücü, yalpalamadan gitmesi için kullanılan malzeme ve tutuşuna kadar tüm teknikler büyük tecrübelerle edinildiği için at üstünde de çok rahatlıkla kullanılabiliyordu. Bu da savaş meydanında büyük fayda sağlıyordu.”