“Allah’ın seçtiği kurtulmuş millet!
Güneşten başını göklere yükselt!”
Necip Fazıl Kısakürek
Osmanlı’nın Birinci Cihan Harbi'ne girişi
Dünya, o zamana kadar hiç bu denli kamplaşmamış, hiç bu denli kutuplaşmamıştı. Devler sömürgecilik yarışında birbirleriyle kıyasıya mücadele ediyor, daha fazla büyümenin kaygısıyla her türlü yola başvuruyorlardı.
Koca çınar Osmanlı Devleti ise son yıllarını yaşadığından habersiz, patlayacak savaşa girmek zorunda kalacak belki de o dönemin en güçsüz devletlerden biriydi. Evet, savaşa girmek zorunda kalacaktı. Hatta savaşmaya mahkumdu Osmanlı Devleti Âli’si. Çünkü, bu savaşın tüm taraflarca en kıymetli ve gizli sebebi Osmanlı Devleti’ni parçalamak ve topraklarını gasp etmekti.
Osmanlı her anlamda çok büyük yıkımlara uğratılmış, ekonomi çökmüş, devlet cari harcamalarını bile ödeyemez duruma gelmiş, yıllık bazda enflasyon oranları yüzde 300’lere dayanmıştı. Bunun yanı sıra Balkan Savaşları’nda alınan yenilgilerse, devletin içinde bulunduğu zor durumu gözler önüne sermiş, dahili ve harici düşmanları da giderek bu anlamda cesaretlendirmişti.
Osmanlı genel anlamda “Hasta Adam” vasfıyla masada ve sahada çok büyük bedeller ödüyordu. Devletin muhtelif bölgelerinde, ekseriyetle İngiltere’nin ve diğer küresel aktörlerin kışkırtmalarıyla yaşanan, etnik kökenli isyanlar ise devleti ayrıca meşgul ediyor, ekonomik, askerî ve siyasî anlamda yıpratıyordu.
İşte böyle bir dönemde, birçok petrol ve doğal kaynağın bulunduğu bölgeye de hükmeden Osmanlı Devleti’nin hedefte olması kaçınılmazdı. Sömürgeciliğin temel odaklarından biri olan ham madde ve doğal kaynak arayışı, Osmanlı’yı bu savaşın en büyük ve en kârlı hedefi haline getiriyordu. Bu durumun farkına varan İttihat ve Terakki Hükümeti yetkilileri, restleşmelerin başından itibaren İngiltere ve Fransa ile temaslar kurup, savaşa onlarla beraber girme niyetini belli ediyor, ancak yine de Almanya ile de ilişkileri dengeli bir şekilde sürdürüyordu.
Osmanlı Devleti, İngiltere ve Fransa ile savaşa girmeye çok sıcak bakıyor ve fakat tek bir şartla bunun mümkün olabileceğini dile getiriyordu; Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünün garanti edilmesi.
Ne var ki, “İtilaf Devletleri” Osmanlı topraklarını çoktan kendi aralarında paylaşmışlardı. Osmanlı Devleti’ne türlü bahaneler öne sürerek savaşta Osmanlı Devleti’yle birlikte olunamayacağının sinyallerini vermişlerdi.
Böylece savaşa İngiltere ve Fransa ile girilemeyeceği görülmüş oldu. Geriye tek bir formül kalıyordu, o da Almanya’nın yanında savaşa girmek. İttihat ve Terakki hükümeti bu doğrultuda 2 Ağustos 1914 günü Almanya ile gizli bir ittifak anlaşması imzaladı ve savaşa Almanya’nın yanında girileceğinin sözünü verdi.
Osmanlı savaşa giriyor!
Savaşın iki tarafı vardı. İtilaf Devletleri ve İttifak Devletleri. İtilaf Devletleri; İngiltere, Fransa, Rusya, Sırbistan, Japonya, Romanya, Portekiz, ABD, Brezilya, Yunanistan ve 1915’ten sonra İtalya’dan oluşuyordu. İttifak Devletleri ise Almanya, Osmanlı Devleti, Avusturya-Macaristan, Bulgaristan ve 1915’e kadar İtalya’dan oluşuyordu. İtalya 1915’te saf değiştirerek İtilaf Devletleri’ne katıldı.
Osmanlı, savaş boyunca birçok cephede savaşmıştır. Yaklaşık on ayrı cephede savaşan Osmanlı Devleti’nin çatıştığı en önemli cephelerin başında Kafkasya, Kanal, Hicaz-Yemen, Irak, Suriye-Filistin, Galiçya, Romanya ve Makedonya cepheleri geliyordu.
Savaşın en kanlı cephesi; Çanakkale
Düşman kuvvetleri çok güçlü ve donanımlı olmalarına rağmen bilmedikleri, esrarını çözemedikleri bir sır vardı. Binlerce yıldır cihanda kahramanlığıyla, cesaretiyle, ferasetiyle, onur, şeref ve haysiyetiyle ve en önemlisi vatanperverliğiyle, milletperverliğiyle nâmdar; İslâm’ın, İlâ-i Kelimetullah davasının sancaktarlığını yapan, peygamberlerin ve insanların en şereflisi Hazreti Şah-ı Alempenâh Resul-i Ekrem Efendimiz'in (s.a.v.) övgülerine mazhar olan “Allah’ın seçtiği kurtulmuş millet”, vatanını geçirtmemeye yemin etmişti.
Çanakkale işte böyle bir misâkın abideleşen tezahürüydü. İtilaf kuvvetleri, bütün unsurlarıyla yüklendiler. Gaye ve hedef, müttefik Rus kuvvetlerine teçhizat ve iaşe yardımı yaparak Rus kuvvetlerinin Doğu Avrupa'ya yönelik saldırılarının muhkemleştirmek, Almanya’nın doğu yönündeki yayılımının önünü kesmek, Boğazlar ve Makarr-ı Hilafet’i (İstanbul) alarak Osmanlı’yı savaşta saf dışı bırakmaktı.
Şubat 1915’te İtilaf Devletleri saldırıya başladı. İtilaf kuvvetleri dönemin şartlarına göre son derece modern ve teknolojik silahlarıyla, topları ve tüfekleriyle denizden Çanakkale sırtlarına taarruz ediyor, bir taraftan da Seddülbahr ve Arıburnu kıyılarına çıkartma yapıyorlardı. Amaç, bir an evvel Çanakkele’yi aşıp İstanbul’a ulaşmaktı.
Son derece kanlı çatışmalar yaşandı, Osmanlı kuvvetleri tüm kısıtlı imkân ve gücüne rağmen düşmana Çanakkale Boğazını geçirtmedi. 18 Mart 1915 günü büyük bir zaferle Osmanlı Devleti düşmanı kovdu. 18 Mart ise aziz milletimizin iman, kararlılık ve bağımsızlık aşkıyla ortaya koyduğu binlerce destanından biri olarak bizlere bir iftihar vesilesi olarak miras kaldı.