Birleşmiş Milletler Koruma Sorumluluğu Prensibi ve Gazze Saldırıları

7 Ekim tarihinden itibaren Gazze’de yaşananlar, sivillerin sistematik bir biçimde katledildiği ve çok sayıda insan hakları ihlaline rağmen uluslararası toplumun sessiz kaldığı bir süreci gözler önüne sermektedir.

Bu kayıtsızlık ve İsrail’in sivil-asker ayrımı yapmaksızın sürdürdüğü saldırıların bazı kavramların yeniden tartışılmasını bir gereklilik haline getirdiği söylenebilir. Dolayısıyla ilgili yazı, koruma sorumluluğu yaklaşımının teorik çerçevesini, ana hatlarını, geçmiş kullanım örneklerini ve günümüze yansımalarını ele almayı planlıyor.

Koruma Sorumluluğu

Birleşmiş Milletler (BM) tarafından 2005 yılında kabul edilen bir prensip olan koruma sorumluluğu (R2P), uluslararası toplumun, soykırım, savaş suçları, etnik temizlik ve insanlığa karşı suçlar da dahil olmak üzere kitlesel şiddet eylemlerinden koruma yönündeki ahlaki ve hukuki sorumluluğuna dayandırılmaktadır. Buna göre R2P, ilk olarak koruma sorumluluğunu kendi nüfusunu korumak üzere ilgili devlete bırakır. Ancak bir devlet, gerekli koruma eylemini gerçekleştirmede yeterli kapasite ve imkanlara sahip değilse bu aşamada uluslararası toplumun müdahale sorumluluğu ortaya çıkar. Bu aşamada o devletin onayı dahilinde barışı koruma operasyonları gerçekleştirilebilir. Her iki senaryoda temel amaç, barışın tesis edilmesi yoluyla sivillerin korunmasıdır.  Genel hatlarıyla R2P’nin kendi içinde üç temel bileşeninden söz etmek mümkündür. Bunlardan ilki, kitlesel katliamların meydana gelmeden önce önlenmesini ya da muhtemel iç savaş ortamına giden risklerin azaltılmasını öngören önleme sorumluluğudur. İkincisi, kitlesel katliam ve şiddet eylemlerinin yaklaşması veya gerçekleşmesi akabinde zamanına uygun ve kararlı bir biçimde harekete geçilmesi, tepki gösterilmesidir. Tepki sorumluluğu, diplomatik, insani ve bazı örneklerde askeri müdahaleyi beraberinde getirebilir. R2P’nin üçüncü ve sonuncu ayağı ise yeniden inşa sorumluluğudur. Bu kapsamda (iç) savaş ve çatışma sonrası toplumların yeniden inşası ve etkilenen nüfuslarda yönetim yapılarının yeniden tesis edilmesi esas alınır.
gazzedeki-hastane-saldirisi-dunya-basininda-fz6y

R2P prensibinin ortaya çıkış sürecinde 1990’lı yıllarda Ruanda’da ve aynı yıllarda eski Yugoslavya’da işlenen kitlesel şiddet eylemlerine yeterince yanıt verilmemesi etkili olmuştur. Afrika (Orta Afrika Cumhuriyeti, Fildişi Sahili, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Liberya, Libya, Mali, Somali ve Güney Sudan) ve Ortadoğu’daki (Suriye, Yemen) krizlere ilişkin 80’den fazla BM Güvenlik Konseyi kararında R2P’ye başvurulmuş, ilgili kriz noktalarında soykırımın önlenmesi, silahlı çatışmaların durdurulması, silah akışının/ticaretinin kısıtlanması gibi kararlar alınmıştır. Bu kararların risk altındaki nüfusların korunması noktasında belli ölçüde caydırıcılık geliştirdiği söylenebilir. Ancak Libya örneğinde R2P doktrini ve uygulanma biçimi, ciddi eleştirilerin odağı olmuş, R2P’nin egemenlik ve insan hakları arasındaki hassas dengeyi sağlayamadığı yönünde argümanlar ortaya atılmıştır. Eleştirilerin en temel dayanağı, insani müdahalenin yarattığı istikrar bozucu etkiler ve takip eden süreçte bunun bir rejim değişikliği operasyonuna dönüşmesidir. Öyle ki Muammer Kaddafi’nin 2011 yılında Fransa ve ABD öncülüğünde başlatılan askeri müdahale sonucunda devrilmesi, Libya’yı bir kaosa sürükleyerek ekonomik, askeri ve siyasi kırılganlıkları tetiklemiş, belli zamana yayılan olaylar silsilesi Kuzey Afrika ülkesini çok sayıda terör örgütü ve devlet dışı silahlı aktörün (DDSA) ‘güvenli sığınağı’ (safe haven) haline getirmiştir. 2020 yılında düzenlenen Münih Güvenlik Konferansı sırasında dönemin Almanya Dışişleri Bakanı Heiko Maas’ın açıklamaları bu argümanı destekler mahiyettedir. Maas, R2P altında gerçekleşen askeri operasyonların diplomasi ve siyasi stratejilerle beslenmediği halinde etkili olmayacağına dikkat çekerek Suriye ve Libya örneklerine atıf yapmıştır. Maas, bazı ülkelerin Libya ve Suriye’de geçici askeri zaferler kazandığını ancak bunların uzun vadeli olmayacağını kaydetmiştir. Maas’ın ifadelerinden hareketle Suriye’yi de benzer örneklere dahil edebiliriz.

Bu örnekler, uluslararası toplumu son dönemde olası müdahalenin etkileri ve statükonun bozulmasıyla siyasi ve askerî açıdan oluşabilecek olumsuz gelecek projeksiyonları dahilinde müdahalesizliğe itmiştir. Son 12 yıl içinde egemenlik ve insan hakları arasındaki denge sağlanmaya çalışılırken R2P prensibi ve ilkesi pek çok kriz noktasında bir kenara bırakılmış, bu durum insani dramları ve krizleri beraberinde getirmiştir. Örneğin Suriye’de iç savaşın başladığı günden bugüne dört yüz binden fazla sivil hayatını kaybetmiş, milyonlarcası yerinden edilmiştir. Yemen İç Savaşında aynı tablodan söz etmek mümkün.

Gazze Saldırıları ve Koruma Sorumluluğu Tartışmaları

7 Ekim tarihinden itibaren işgal altındaki Filistin topraklarında direkt olarak hastane, okul ve benzeri sivil yaşam yerlerini hedef alan saldırıların yanında İsrail tarafından Gazze’ye yönelik uygulanan ablukalar (su, gıda ve benzeri temel ihtiyaç maddelerin ulaşımının kesilmesi), R2P prensibi dahilinde barışı destekleme operasyonlarının hayata geçirilmesi için gerekli şartları sunmaktadır. İsrail’in Gazze’nin kuzeyindeki 1,1 milyon kişiyi güneye doğru tahliye etme çabaları, sivil halk arasında ciddi korku ve paniğe yol açtığı gibi bu insanları muhtemel sağlık sorunlarıyla karşı karşıya bırakmaktadır. Buradaki insanlar, evlerini terk etmek ya da ölmek gibi bir tercihe zorlanmaktadır. Çünkü İsrail ordusunun ültimatomları sonucunda, devam eden saldırılarda gözlemlendiği kadarıyla evlerinde kalan sivillerin kolaylıkla meşru hedef haline geldiği gözlemlenmektedir. Bu tahliye çabalarının arka planında, Hamas ile mücadeleden çok İsrail’in yeni bir yerleşim yeri yaratmak hedefi olduğu söylenebilir. Tam da bu nokta, saldırıların ve olası kara harekatının etnik temizlik ve kitlesel soykırım boyutuna vurgu yapmakta ve uluslararası topluma R2P prensibi hatırlatılmaktadır. Bu aşamada en azından etkilenen bölgelere yardım ve sağlık malzemelerinin ulaştırılması ve sivillerin güvenli geçişinin sağlanması adına bir insani yardım koridorunun oluşturulması elzem görünmektedir. Uluslararası Kızılhaç Komitesi (ICRC), insani koridorları, silahlı çatışmanın tarafları arasında belirli bir coğrafi bölgede sınırlı bir süre için güvenli geçişe izin veren anlaşmalar olarak ele almaktadır. Bunun haricinde Hamas’tan bağımsız olarak Filistin halkının bu saldırılara karşı savunmasız olması, koruma sorumluluğu ilkesiyle örtüşmekle beraber potansiyel barışı koruma operasyonlarına zemin hazırlamaktadır.

Nitekim Rusya tarafından 16 Ekim’de ve Brezilya tarafından 18 Ekim’de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyine (BMGK) sunulan ‘insani ateşkes’ tasarısı ABD’nin ‘hayır’ oyuyla reddedilmiştir. ABD BM Daimî Temsilcisi Thomas Greenfield, tasarıyı İsrail’in meşru müdafaa hakkına değinmediği için veto ettiklerini duyurmuştur. ABD’nin bu taraflı politikaları ve uluslararası forumlarda tüm uluslararası hukuk ve insan hakları ihlallerine rağmen İsrail’e sağladığı kayıtsız destek, uluslararası siyasette gücün adaletten daha önemli olduğunu hatırlatması bakımından önemlidir. Çünkü İsrail ve Filistin arasında halen ekonomik ve askeri bakımdan bir asimetriden söz edilebilir. Nitekim siyasi arenadaki manevralar aracılığıyla İsrail, ABD ve Mısır gibi krizin dolaylı taraflarını yanına alarak ya da etkisiz hale getirerek ekonomik ve askeri gücünü siyasi tahakküm ile birleştirmiştir. Bu konsolidasyon, Batı Şeria’daki İsrail topraklarının genişlemesine ve Gazze’deki baskıların artmasına payanda olmaktadır.

Yazar: Fuat Emir Şefkatli

Editör : SavunmaTR Haber Merkezi

Buy JNews Buy JNews Buy JNews
REKLAM

Benzer Haberler

Hoşgeldiniz

Aşağıdaki hesabınıza giriş yapın

Şifrenizi Sıfırlayın

Şifrenizi sıfırlamak için lütfen kullanıcı adınızı veya e-posta adresinizi giriniz.